Ruhun Yeni Bir Hastalığı; Din Yorgunluğu

Selahaddin Çelik


Coğrafya, mevsim ve mekânlar, nasıl insanların simalarını etkilerse inançlar da bir kadar hatta daha fazla ruhi-fiziki simalarımızı etkiler. Bu manada dünya dinlerinin çehreleri oldukça farklıdır.
Örneğin Yahudilik; dünyevî, kurnaz, kayırmacı ve kindar bir çehreye de sahiptir. Ve Yahudi halk kimliğini de bu yönde etkiler.

Hristiyanlık; uhrevî, karamsar, maslahatçı, egemen zalimlerle müttefik…
ve Hıristiyan kimlik tarihte de bu minvalde şekillenmiş.

İslâm ise dinler tarihinde; sadeliği, akliliği, dengeliliği ve “mütebessim bir din” oluşuyla ön plandadır. 

Gerçekten de İslâm ve onun hikmetli Peygamberi (s.a.a.), ümmetine mütebessim, umutlu ve azîz bir “dini çehre” bıraktılar. 

Ben ise yazımda “mütebessim ve enerjik bir din” imajına yakışmayacak bazı hallerimizi tasvir etmek istiyorum.

Amacım halimize farklı bir pencereden bakabilmek, yoksa umutsuzluk pompalamak değil elbet.

Bakışlarımız elbetteki değişmeli. 
Filozof Taha Abdurrahman’a göre Deskartes’in;

“Düşünüyorum, öyleyse varım” sözü, esasen kelime tercümesidir ve hatalıdır.
Cümlenin aslı; “Bakarsan, görürsün!” şeklinde olmalıdır.  Ona göre bu tercüme; kast ve manaya daha çok uymaktadır.

“Bakarsan; görürsün!” sözünden hareketle, Müslüman camiada ve halkımızda gördüğüm bir farklı hastalıklı hali ele almak isterim.

Malumdur ki modernitenin “hız, haz ve ayartı” devri, bizde keskin bazı ahlaki hasarlara neden oldu.

İşin içine sanal dünya ve sosyal medya da girince “ruhun yeni bir hastalığı” (bana göre elbet) ortaya çıktı; “Din Yorgunluğu”…
(ör: Bahar yorgunluğu, Huzursuz ayak sendromu… gibi bir şey)

Bu hastalığın elbet bazı nedenleri ve göstergeleri var. Fikri çölleşmemiz ve ahlaki yıkımımız akabinde, yani İslâm’a ve insaniyete yakışmayan bu vitrinde, şu ağır hallerimizi görmek pek âlâ doğallaşmış gibi:

-öncelikle, dini tartışma ve din namına dini ucuzlaştıran bir gevezelik görürsünüz.

Her şeyde konuşan, herkese laf yetiştiren, her konuda ahkâm kesen insanlarız.

Bizlerin bilmediği hiçbir şey yok... “En doğrusunu Allah bilir” diyenimiz de yok... Bu son cümleyi, hocalarımız hemen hemen hiç kullanmaz.

-karakter ve ahlak olarak küçük, ama büyük işlere soyunan Cüce Adamlar.

-büyük konuşan; Küçükler, 

-küçük ve basit konuşan; Büyükler (?)

-birbirini parçalayan; Ego Mücahitleri,

-yapmaktan ziyade yıkmaya yarayan; eylem ve sözler,

-sabah namazını kılmayan, ana-babaya hakaret eden; Ahlaksız Mücahitler,

-şovmenden daha fazla jest ve mimiklerle vaazcı gösteriş yapanlar, (ki “Takva ve ahlak yerine imaj, dinî bütünlüğü temsil eden esas gösterge olarak lanse ediliyor.” )

-cahil müçtehitler,

-mezheplerini dinleştirenler,

-dini çiklet gibi devamlı çiğneyenler, 

-İslâm’ı ucuzlaştırma faaliyetleri,

-“İslâm’a ameliyat yapanlar” veya ameliyatlarına “Gerçek İslâm” adını takanlar,

-zamansız, yersiz ve edepsiz münazaralar,

-milyonların gözü önünde dini kimlikle yalan atan sözde dindar yayınlar,

-zorlandıklarında hakarete sarılanlar, horozlaşanlar.., Bir de bunlara holiganlık yapan ve internette ağır küfürler savuran, kamplaştıkça kamplaşan avam dinleyici-okuyucu kitle…

Böylesi dini-tarihi tartışma ortam ve programlarına bir Müslüman nasıl tahammül edebilir? 

Bu dini vitrine bakan yürek, nasıl dayanır? 

Bu insanlar (ve elbette biz) ne yapıyorlar? İslâm’a ve insaniyete yardım mı? 

İslâm’ın imajını, (çehresini ve belki vitrinini) bozmak da bir günah değil mi? (ve hele hele tüm dünya sanal ortamında)

Bu yapılanlar İslâm değil, tenkit değil. Ahlak diyorsanız ahlak da değil...

Ya nedir?
İslâm’ı tahkir, Müslümanı tenfîr, ve pusuya yatmış küfrü de tahkim. 

Yaptığımız; mütebessim bir dinin, hayat ve aşk dolu çehresini ve de onun dindarlığını tüketmektir. Eski dinlere benzeme hastalığıdır.
Tüketim asrında, kendi dinini de harcamadır.

Dobra dobra söylemek gerekirse, avamı ve okumuş cahillerimizi popülizmle parmaklayan dini liderler, sorumlu konuşmak zorundadırlar. Çünkü onlar sussa bu defa affedersiniz parmaklanan avam durmayacak, kendi din ve dünyalarını tüketecekler. 

Hali hazır yaşadığımız bu maraz, yani “din yorgunluğu”; dine dair bitmez tükenmez, yorucu ve yıpratıcı tartışmalar ve kavgalar ortamında birey ve halkta meydana gelen bıkma ve yorulma halidir. 

Burada din; kişiler için bir hamur, tartışmalar da hamur teknesidir. Dinin gevezelik malzemesi olarak egolarca veya sapkın ruhlarca kullanılması…

Fikir kaosudur. Zavallı avamın inancını şek ve şüphe ile dinamitlemedir.

Şahıslar, hemen her konuda dini yardıma çağırmaktalar. 

“Dinin her konuda konuşmaya davet edildiği, her ağızdan bir sesin çıktığı, yetkinlik ve sıradanlığın birbirine karıştığı bir herc-ü merc hâlinde kimin neyi hangi sâikle söylediğinin belli olmadığı bir bağlamda gerçek bir inanç kargaşası yaşanmaktadır.”  

Sonuçta, hakikat bölünmüştür.

“Onlar dinlerin parçaladılar…”  ayetinin bir tezahürüdür, yaşanılan. Ortamdan hareketle, artık din ve dini kavramları duymak istememedir. 

Hatta kimi gençlerin; “Yeter artık, bıktık sizin dininizden ve ağız dalaşınızdan!” demesidir. "Biçare hakikatler, kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur." 
Hâsılı, “din yorgunluğu” adında yeni ve yaygın bir ruhi hastalığımız var. Çare; az ve öz konuşmakta, tahammül, takva ve tevazuda. 
Belki de haddini bilip “Ben böyle diyorum ama en doğrusunu Allah bilir” diyebilen âlimlerde. 
Bana bakarsanız en önemli çare, bol konuşmak yerine; emanete riayet etmek, borcunu ödemek, sözünde durmak ile yalandan ve abartıdan kaçınmak... Bu meziyetlere sahip bir kitlenin de bu hastalığa pek gireceğini sanmıyorum. Vesselam


Paylaş: