43,3975
38,7440
4.146,90
Kur'an-ı Kerim ve Hadislerde (Naslarda) siyasetle-devlet yönetimiyle ilgili hükümler var mıdır?
ALİMLER VE MEDRESELER BİRLİĞİNİN KONU İLE İLGİLİ FETVASI
İslam, hiç şüphesiz evrensel ve kıyamete
kadar dipdiri kalacak tek sistemdir. Peki, nasıl oluyor da değişen dünya
dengelerine rağmen diriliğini muhafaza edebiliyor?
Naslara baktığınızda değişkenlik gösteren
meselelerle ilgili net çizgiler göremezsiniz. Sadece geniş bir çerçeve çizilmiş
ve aşılmaması gereken sınırlar belirtilmiştir. Siyaset ve idareye taalluk eden
işler de bu alanlardandır. Çünkü her dönemin idari yapısı farklıdır. Buna göre
manevra kabiliyeti ve imkânı vermek gerekiyor. Bundan ötürü gerek teferruata
taalluk eden idari işlerle ilgili gerekse de en önemli idari makam olan
halifenin seçilmesiyle alakalı -çok önemli bir mesele olmasına rağmen- herhangi
bir nassın bulunmadığını görürsünüz. Bu alan nerdeyse tamamen içtihat alanı
olarak bırakılmıştır. Sadece bazı asıllardan bahsedilmiştir. Mesela dört büyük
halifenin seçilmelerine bakın, dördü de farklı yollarla seçilmişlerdir.
Gayrı
İslami bir sistemde siyasete girmek ve seçimlere katılmak “ Hüküm ancak
Allah'ındır" ve “Allah'ın hükmüyle hükmetmeyenler kafirlerin ta
kendileridir" ayetleri çerçevesinde değerlendirildiğinde küfür olmuyor mu?
Kur'an-ı Kerim'deki ayetler tefsir
edildiğinde ayetlerin sadece zahiri manasına bakılarak hüküm vermek kadar
tehlikeli bir husus yoktur. Âlimler ayetleri tefsir edip hüküm çıkarırken,
ayetin ne zaman ve hangi mesele hakkında indiğine dikkat ederler. Zira bu iki
husus göz ardı edilerek verilecek bir mana ve hüküm kesinlikle yerinde
olmayacak ve yanlış sonuçlara götürecektir. Bile bile Allah'ın hükümleri dururken,
başka hükümleri kabul etmek tabii ki küfürdür. Ancak sizin amacınız Allah'ın
hükümlerini ikame etmek ise ve bu amaçla küfrü zayıflatmak gayesiyle gayri
İslami bir siteme dâhil olmuşsanız bu çok farklı bir boyut kazanır.
Müslümanların sürekli zaman, mekân ve
muhataplarının durumlarına göre pozisyonlarını değerlendirip İslam'a daha iyi
hizmet etme yollarını tespit ederek faydalanmaları gerekmektedir. Gayri İslami
bir sistemde yaşamak bu durumu değiştirmez. Tam aksine sorumluluğumuzu artırır.
Müslümanlar Allah Teâlâ'nın dinine hizmeti
en iyi şekilde nasıl yapmaları gerekiyorsa şer'i hudutlar içerisinde kalmak
şartıyla yapmakla mükelleftirler.
Sistem içi mücadelede ölçüt normal
koşullarda imkân olduğu sürece en doğrusu Allah Teâlâ'nın indirmiş olduğu hükümlerin
kendisine tamamen uymakladır. Ancak bu mümkün değilse o zaman bu imkânları
oluşturmakla mükellefsiniz.
Bakın İslam fıkhında şöyle bir kaide
vardır.“Eddaruratu tubihul mahzurat. (Zorunluluk sakıncalı şeyleri mübah
kılar.)"
Mesela İslam fıkhına göre normal
koşullarda Müslümanlar bankalarla muamele edemezler. Çünkü bankalar sadece faiz
için kurulmuşlardır. Hatta meşru bir iş için dahi muamelede bulunulmaması
gerekiyor. Böylece onları desteklemiş olursunuz. Ancak günümüzde bankalardan
havale etmek zorunda kalıyorsunuz ya da ticarette nakit değil bankalar üzeri
çalışma zorunluluğu var ya da maaşınızı oradan çekmek zorundasınız, sınava
girecek parayı oradan yatırmanız gerekiyor vb. muamelatlar. Böyle zaruri
durumlarda bütün âlimler zorunluluktan ötürü cevaz vermişlerdir. İşte buna
zaruret fıkhı deniyor.
İşte aynı şey siyaset içinde geçerlidir.
Normal koşullarda Gayri İslami bir sistemde Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen
meclis veya benzeri bir yapıya iştirak etmek haramdır. Onları kabul etmek
onlara rıza göstermek, onların yaptığını kalben beğenmek ise küfürdür.
Ancak o sistemi değiştirmek, doğrusunu
göstermek, az da olsa gayri İslami uygulama ve kanunlara engel olma niyetiyle
iştirak etmek ise duruma göre ya mubahtır ya da vaciptir…
Bu hususta muasır İslam ulemasının cumhuru
da ittifak etmektedir ki, icma yoksa cumhura tabi olunur:
“...Müslümanın kendi şahsiyeti veya genel
olarak Müslümanlar için faydalı olacak bazı cüz-i meselelerde küfür sisteminden
faydalanmak caizdir. Kesinlikle bu küfür sistemini kabullenmek veya bu sisteme
razı olmak manasına gelmez. Buna delil olarak; Resulullah'ın amcasının
himayesine razı olmasını veya Taif dönüşü Abdullah bin Uraykıt'ı himayesine
girmek amacıyla Müt'im bin Adiy'e göndermesi ve onun himayesinde Mekke'ye
girmesini gösterebiliriz. Bu himaye 3 yıl sürmüştür. Bunun dışında
Resulullah'ın ashabı da müşriklerin himayesine girmiştir..."1
“...Bu da gösteriyor ki Müslümanın imanına
zarar vermediği sürece İslam'ın ve Müslümanların maslahatına olacak cüz-i
meselelerde küfür sistemlerden yararlanılabilir. Buna binaen küfür devletinde
(veya küfür sistemiyle yönetilen devlette) Müslümanlara seçme hakkı veriliyorsa
Müslümanların kâfir bile olsa haklarını savunacak, onların devlet içinde veya
dışında maslahatlarını gözetecek veya en azından onların aleyhine olmayacak
adayı seçmelerinde bir beis yoktur. Eğer Müslümanlara seçilme hakkı da
verilmişse Müslümanlar Müslüman bir adayı seçebilir veya böyle bir hak yoksa
ehvenuşşerreyn kaidesi gereği tercihlerini “zararı az, faydası çok" kişi
yönünde kullanabilirler…
Aynı şekilde Müslümanların belediye
seçimlerine veya cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmaları da caizdir. Çünkü
Müslümanların bu gibi seçimlere girmesi bir ihtimal (kazandıkları takdirde)
faydalarına olacakken seçimlerden uzak durmaları ise o faydanın zayi olmasıyla
beraber kim bilir belki birçok kötülük ve zorluğa kapı aralayacaktır."2
Allame Yusuf el Karadavi de bu hususla
ilgili bir soruyu şöyle yanıtlıyor:
Soru: Müslüman şahsiyetin veya İslami bir cemaatin sosyalist,
liberal, diktatör, krallık, laiklik, askeri kanunlar veya İslam adı altında
diğer küfri kanunlarla yönetilen bir yönetimde bakanlık veya benzeri siyasi
makamlarda görev almasının hükmü nedir? Müslümanların kendi aralarında
ihtilaf ettikleri kiminin haram kiminin helal ve kiminin de tafsilata girdiği
bu meseleyi aydınlığa kavuşturabilir misiniz?
Cevap: Hiç şüphe yok ki asıl olan “Onların arasında Allah'ın
indirdiğiyle hükmet, onların arzularına uyma!" (Maide 49) emriyle Allah'ın
hükmünü uygulamakla yükümlü kılınan Müslümanın bu gibi sistem ve yönetimlerde
görev almamasıdır. Ancak bazen şer'i bazı sebeplerden dolayı asıl terk
edilebilir. Bu sebeplerden bir kısmı şunlardır:
- Müslümanın gücü nispetinde zulmü ve
kötülüğü azaltması bir diğer deyişle asgari dereceye indirmesi dini bir
vecibedir. Bundan dolayı Müslüman elinden geldiğince herhangi bir yolla mazluma
yardım, zayıfa destek çıkma, zor durumda olanı kurtarma veya günah dairesini
daraltma adı altında zulmü ve kötülüğü ortadan kaldırmalı veya en azından
azaltmaya çalışmalıdır.
Allah Teala Kuran-ı Kerim'de “O halde gücünüz yettiğince
Allah'tan korkup sakının…" (Teğabun
16), “Allah
hiçbir nefsi gücünün yettiğinden başkasıyla mükellef tutmaz" (Bakara 286) diye
buyurmuştur.
Resulullah (sav) döneminde İslam'ı seçen
Necaşi memleketinde İslam hükümlerini uygulamamasına rağmen Resulullah'ın bu
konuda kendisini azarladığıyla ilgili hiçbir rivayet bulunmamaktadır. Meşhur
“Ya hep, ya hiç" sözüne gelince bu söz İslam anlayışıyla çelişmekte ve hayat
şartlarına (vakıaya) ters düşmektedir.
- Müslümanın ehvenuşşerreyn veya
ahaffuzzarareyn (zararların hafifini tercih etme) kaidesine uyarak iki
kötülükten büyük olanını def' edip küçüğünü tercih etme veya iki iyilikten
büyük olanını gerçekleştirip küçük olanını terk etme adına siyasete atılmasında
hiçbir sorun yoktur. Resulullah (sav) sırf yanlış anlaşılmaması için
Hicr-i İsmail'in Kâbe'ye ilhakı gibi hayırlı bir işten vazgeçmiştir.
- İdeal olanı vakıaya indirgenmelidir: Bu
minvalde birçok kaide vardır. “Zaruretler haramları mubah kılar", “Zorluk
kolaylığı gerektirir", “Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek
yoktur", “Sıkıntı kaldırılır" gibi kaideler bunlardan bazılarıdır.
Kuran-ı Kerim' de “Allah sizin için kolaylığı diliyor, zorluğu değil"
ayetiyle de İslam hükümlerinin kolaylık üzerine bina edildiği
belirtilmiştir." (Fetawa
muasıra)
“...Allah'ın sünnetlerinden biri de
tedriciliktir. Her şey başta küçüktür. Daha sonra aşamalı bir şekilde büyür ve
güçlenir. Örneğin insan akıl baliğ bir şekilde doğmaz. Bilakis Allah'ın sünneti
gereği başta süt içen bir çocukken sonraları sütten kesilir ve buluğa doğru yol
alır. Ve geçirdiği onca evreden sonra en nihayetinde yaşlanır ve ölür. Aynı
şekilde kolaylık dini İslam da tedriciliği benimsemiştir. Bunu bazı hükümlerin,
Allah'ın rahmetinin bir göstergesi olarak, aşamalı bir şekilde farz veya haram
kılınmasından anlayabiliriz. Aynı şekilde Müslümanın en büyük hedeflerinden
biri olan İslami sistem ve yönetimi kurmak da bu şekildedir. Çünkü böylesi bir
sistemi bir anda kurmak çok zor ve hatta neredeyse imkânsızdır. Bundan dolayı
Müslümanın tamamen kat edemese bile en azından bu yolda ilerlemesi ve elinden
geldiğince kısmi bir şeyler gerçekleştirmesinde hiçbir sorun yoktur. Bilakis
Ömer bin Abdulaziz ve benzerleri gibi kendisinden sonrakilere kapı aralaması ve
onları buna teşvik etmesi bakımından önemli bir iştir..."(Münir Muhammed Gadban, Nebevi Hareket
Metodu)
“..Bundan hareketle gayri İslami (cahili)
sistemlerde demokrasi, İslami hareket için diktatörlük ve benzerlerinden daha
faydalıdır, diyebiliriz. Çünkü demokraside özellikle ifade özgürlüğü, inanç
özgürlüğü vb. adı altında Müslümanların yapabileceği çok şey vardır. Bundan
dolayı demokrasi diğer gayri İslami sistemlerle karşılaştırıldığında davanın
büyüyüp yayılması için daha uygundur..."(a.g.e.)
“...Bazen İslami hareket cahiliyeyi
kökünden kazıma gücünü kendinde bulamayabilir. Bilakis siyasi ve sosyal bazı
sebeplerden dolayı İslami hükümeti kurma amacına yasal kurumlarla, seçimlerle
veya benzeri yollarla ulaşmaya çalışır..." (a.g.e.)
İslam
tarihinde gayri İslami bir sistemde yönetime iştirak edildiğine dair örnekler
var mı?
Tabii ki.. Mesela en çok kullanılan
delillerden birisi Kuran-ı Kerim'de kıssaların en güzeli diye tabir edilen Hz.
Yusuf meselesidir. Hz. Yusuf ‘un kendisi gayri İslami bir sitemde -Allah'ın
emriyle- vezir olmuştur. Hatta kendisi bunu o zamanın devlet başkanından bizzat
istemiştir. Bir nevi kendisini seçmesini istemiştir.
Ancak
bazıları “Hz. Yusuf bizim için bir örneklik teşkil edemez, çünkü onun şeriatı
farklı, bizim şeriatımız farklıdır" derler. buna ne dersiniz?
Bu tarz bir yaklaşım ilk bakışta doğrudur.
Ancak şu durum göz ardı edilmektedir. Biz asli bir meseleden bahsediyoruz.
Şeriatlara göre değişmemiş bir asıldan bahsediyoruz. Hz. Yusuf zamanında hüküm
sadece Allaha ait değil miydi ki, böyle bir yaklaşım sergilensin. Hükmün sadece
Allah'a ait olduğu, sadece Allah'a ibadet edilmesi gerektiği gönderilen bütün
peygamberlerin insanları çağırdıkları asıl meseledir. Ayrıca dikkat çekici
başka bir husus da “Hüküm
Ancak Allah'ındır" ayetinin de bizzat Yusuf suresinde
geçiyor olmasıdır. Yukarıdaki yaklaşım, cüzi meselelerle ilgilidir. Mesela
Tevrat'ta Yahudiler için iç yağları haram kılınmıştı. Ancak bu bizim
şeriatımızda serbest kılındı. Diğer değişken bütün hükümlere baktığınızda
hepsinin feri meseleler olduğunu görürsünüz. Ama bizim bahsettiğimiz asli bir
meseledir.
Şimdi bütün bunlara bakılınca nasıl olur
da Yusuf (as)'ın şeriatının başka olduğu söylenerek hüküm meselesi bunun altına
yerleştirilebilir!.. Bu hiç tutarlı bir yaklaşım değil.
Peki,
Peygamber Aleyhisselam'ın, dönemin meclisi hükmündeki Darun Nedve'ye davet
edilmesi, ancak peygamberimizin bunu kesin bir dille reddetmesi durumu söz
konusu... Bununla ilgili neler söylersiniz?
Darun Nedve'nin o zamanın Mekke'deki
pozisyonuna iyice baktığınızda halkın bütününün iradesinin yansıtıldığı bir yer
olmadığını görüyorsunuz. Dar oligarşik zümrenin meclisidir orası.
Peygamberlikten sonra da tamamen İslam karşıtlığı üzerinde bir pozisyon
aldığını görürsünüz. Ancak Hz. Yusuf örneğine baktığınızda nispeten kendinizi
ifade edebileceğiniz ve asli değerlerinizden taviz vermeden İslam'ın lehine
kararlar alabildiğiniz bir yaklaşımın olduğunu görürsünüz. Demek ki asıl
mesele, gayri İslami sistemi İslam'ın lehine kullanabileceğiniz bir ortamın
oluşup oluşmama meselesidir.
Bir diğer delil de Necaşi'nin Müslüman
olduktan sonra tamamen gayri İslami Hıristiyan bir mecliste Allah Resulü'nün
izniyle liderliğini sürdürmesidir.
Bu konuyla ilgili, Moğol ve Tatarların
istilaları döneminde yaşayan iki büyük âlim İbn-i Teymiye ve İz b.
Abdüsselam'ın günümüze ışık tutan fetvaları da çok mühimdir. Kendileri
yaşadığımız zamana benzer bir süreçte yaşadıkları için fetvaları bizim için
büyük önem arz ediyor. İbn-i Teymiye'nin siyaset fıkhındaki fetvaları İhvan-ı
Müslimin'den başlayıp bu güne gelen birçok İslami hareketler tarafından da
kullanılagelmiştir. Bu hususta İzz bin Abdusselam'ın Kawaidul Ahkam ve İbni
Teymiye'nin Mecmuatul Fetawa ve Minhacus Sünnetin Nebewiyye isimli eserleri çok
net fetvalar içerir.
Bakın, ciddi manada Müslümanların ilk
toprak kaybı Endülüs'ün Haçlılar tarafından istilası ile olmuştur. İlk defa bir
memleket Müslümanların memleketi iken kâfirlerin galebesi oluşmuş kâfirler
tarafından istila edilip ele geçirilmiştir. Ve o zamana kadar da bu tarz bir
vakıa ile karşı karşıya kalmamış olan ulemanın böyle bir durumda nasıl
davranılması gerektiği ile ilgili fetvalarına rastlayamıyorsunuz. Nas'ta da
bununla ilgili açıkça deliler olmadığı için iş tamamen o dönemin âlimlerine
kalıyor.
Haçlılar Endülüs'ün bazı bölgelerini,
mesela Sakaliyye Adası'nı istila edip gücü tamamıyla ellerine geçirdikleri bir
dönemde Müslümanlara dinlerini yaşamalarına izin vereceklerini ve isterlerse
Müslüman bir kadı atayabileceklerini söylemişlerdir. Zamanın ulemasına böylesi
bir sistemde bunun fetvasını sorulduğunda, en azından küfrün önünü açmamak ve
sistemi yavaş yavaş değiştirme gücüne sahip olmak anlamında bunu kabul
etmelerini istemişlerdir. Bu konuda büyük maliki alimi İmam Mazeri'nin fetvası
mühim bir yer işgal eder.
Gayri
İslami bir sistemde parti kurmak ve meclise girmek mevcut sistemi
meşrulaştırmak, onu desteklemek, bekasını sağlamak anlamına gelmez mi? ona
muhalif kalmak onu daha fazla zayıflatmaz mı?
Doğrudur, bu yaklaşımın o tarz zararları
şüphesiz ki var. Ancak tam da burada muvazene fıkhı devreye giriyor. Hangi
taraf daha ağır basıyor ve İslam'ın ve Müslümanların faydasına olacaksa ona
göre hareket edilir. Eğer sistemi meşrulaştırmak, İslam cemaatinin
müntesiplerini veya bazılarını sisteme entegre etmek ve İslami olmayan sistemin
daha fazla galebesini sağlamak gibi sonuçlara sebebiyet verecekse bundan
kesinlikle kaçınmak gerekir. Ancak Müslümanların güçlenmesini sağlamak daha da
ilerlemesini sağlayacaksa küçük bir zarara karşı büyük fayda getiriyorsa İslam
ve Müslümanlar için bu küçük zararı irtikâp etmekte bir problem yoktur, bilakis
terkinde sorun vardır.
Müslümanların siyasete atılmalarını
gerekli kılan bir diğer sebep gayri İslami (İslam düşmanı) bazı partilerin
halkı Müslüman devletlerde başa geçmeye çalışması veya bunu başarmış
olmalarıdır. Bu gibi durumlarda Müslümanlara düşen kâfir ve münafıkların başa
geçmesini engellemek amacıyla, İslami akideyi kendine esas edinmiş planlı
projeli İslami parti kurmalarıdır. Ancak bu şekilde medyası, eğitimi ve
ekonomisiyle tüm güçlerini, ümmeti, yürüdüğü yoldan çevirmekte kullanan bu gibi
zalimler engellenebilir.
Siyasetten uzak durmayı kendilerine şiar
edinen ve bununla beraber İslami bir yönetimin oluşturulması ile ilgili başkaca
muteber bir çalışma içerisinde bulunmayan Müslümanlara gelince; bunlar ya
İslam'ı anlayamamışlardır veya İslam ahkâmını haykırmaktan korkuyorlar.
Unutmayalım ki bazılarının dediği gibi siyasetten uzak durur ve siyaset alanını
İslam düşmanlarına terk edersek arkamızda zalimlere boyun eğen, yenilmeye
mahkûm, korkak ve pısırık bir nesil bırakmış olacağız. Bu şekilde yetişen bir
nesil de dünya sorunlarından uzak kalır, Allah'ın ıslahını emrettiği dünyayı
müfsit ve bozguncuların ellerine verir ve onların insafına terk eder. Hâlbuki
tüm peygamberler dünyanın ıslahı için gönderilmiştir. Yüce Rabbimiz Kuran-ı
Mübin'de şöyle buyurmaktadır: “Ve ıslahından sonra yeryüzünde fesat
çıkarmayın." (Araf 85)
İşte o zaman ümmet şu anki zilleti üzerine
devam eder ve öz evlatlarını küfre kaptırır.
Bu anlam ve şartlardaki vacip siyasetten
uzak durmakla beraber başka Müslümanların da siyasete atılmasını engelleyenlere
gelince, bunlar iki hata işlemişlerdir. Birinci hata, siyasetten uzak durarak
Müslümanları İslam düşmanlarının insafına terk ettikleri için; ikinci hata ise,
diğer Müslümanları mesuliyetlerini gerçekleştirmekten alıkoydukları içindir.
Kim bilir, belki de kendisi için farzı (siyasi mesuliyetlerini) terk ettikleri
şey nafiledir.
Gayri
İslami bir sistemde yürürlükte olan İslam'ın kabul etmediği uygulamalar var.
İktidar olunması durumunda bu uygulamalar ne olacak? Bir de yeni kanunlar
eklenmek istense, mesela yerel yönetimlerde içki büfeleri açmak isteyen
kişilere izin verilmesi durumu gibi, buna karşı tutum nasıl olur?
Fıkıhta şöyle bir kaide var “Yuğteferu Fil Beka-i Me le Yuğteferu Fi-l
İbtidai (Başlangıcına izin verilmeyecek bir uygulama yürürlükte ise müsamaha
gösterilebilir)" Buna göre siz bir sistemi yeni
oluşturduğunuzda burada gayri hukuki gayri meşru bir şeye izin vermemelisiniz.
Buna cevaz verilmez. Ancak sonradan müdahil olduğunuz bir sistemde gayri meşru
bir husus yürürlükte ise ve bunu değiştirecek gücünüz yoksa düzeltme imkânı
elde edene kadar yapılan şeylerden siz mesul olmazsınız. Yani İslam
topraklarına kâfirler akında bulunur ve istila ederlerse, oluşturacakları yeni
sisteme rıza gösterilmez ve engel olunmaya çalışılır. Ancak Müslümanların
sonradan gelmiş olduğu veya iyice zayıflayıp küfrün çoktan hâkim olduğu bir
sistemde ve mücadelenizi yeni başlatıyorsanız bir anda bunların tümünü
değiştirmekle mükellef olmazsınız. Burada yapılacak şey güçlenmektir. Güçlenene
kadar yaptıklarından insan zorunlu yapması gereken irtikâp etmesi gereken
şeyler varsa bundan ötürü mazur olmuş olur. Mesela yerel yönetimlere gelmişseniz
içki ruhsatı vermemekte diretirsiniz. Ancak onların kapatılması ile alakalı
bunu bir sürece yayarsınız. İmkân varsa bunu kanunun size vermiş olduğu
yetkiler çerçevesinde yapmaya çalışırsınız.
Gayrı
İslami sistemlerde karşılaştığımız problemlerden biri de İslami olmayan
zihniyetle ilgili dayatılan yeminler hususudur. Mesela Meclis'te okunulması
gereken yemin vb... Buna ne cevap veririsiniz?
Önce yemin nedir, ne üzerine yemin
edilirse bu yemin sayılır, bunu irdelemek lazım. Allah adına yapılmayan yeminin
İslam hukukunda bir bağlayıcılığı yoktur. Fıkhi olarak bunu yemin kapsamında
değerlendirmek doğru olmaz. Ama meclisteki yemin, akideye taalluk edecek bir
küfür sözü değil midir, diye düşünülebilir. Yani gayrı İslami zihniyetin ilke
ve inkılaplarına bağlı kalınacağına dair söz söylemek küfür sözü olarak
değerlendirilebilir. Bu tabii ki, risklidir. Zaten yemin değil de asıl
tehlikeli olan husus budur. İfadenin kendisi tehlike içeriyor. İşte bunun ara
yolunu bulmak anlamında, yemini kişi kendisi söylemiyor da o makama gelen
meclisteki milletvekillerin mazbatasını alması için okuması zorunlu olan bir
metin olarak okuyor, şeklinde anlayabiliriz. Yani “anayasanın veya kanunun şu
maddesinde geçtiği üzere milletvekili seçilmiş kişinin mazbatasını alması yani
resmiyet kazanması için şu metni okuması gereklidir" diye söylenebilir. O
sözü söylemek değil de lafzı ifade etmek zorunda kalınmıştır, şeklinde bu iş
bağlanabilir. Kasıt önemlidir. Ve bu zarurete girmiş olur. Siz, İslam'a uygun
bir sistem için uğraşırken, Allah'ın omzunuza yüklemiş olduğu
yükümlülüklerinizi yerine getirmeye çalışırken, zarureti kullanmakla karşı
karşıya kaldığınızda bunu kullanabilirsiniz. Bunu kullanmak caiz olur, hatta
bazen duruma göre vacip olabilir.
Bu duruma benzeyen, İslam Tarihinde Necaşi
ile ilgili şöyle bir olay geçmektedir. İbni Kesir'in El Bidaye wen Nihaye'sinde
geçtiği üzere Necaşi Müslüman olduğunda durumu Peygamberimize bildirip ne
yapması gerektiğini soruyor. Peygamberimiz ülkesinin başında kalmasını istiyor.
Ancak zamanla etrafındaki yardımcıları Necaşi'nin Müslüman olduğundan
şüphelenip ayaklanma hazırlıklarına dahi girişiyorlar. Bunu hisseden Necaşi
onları çağırıyor. Önceden yakasının altına görülmeyecek şekilde “Hz. İsa ve Hz.
Muhammed Allah'ın kulu ve resulüdür" ifadesinin yazılı olduğu bir metin
bırakıyor. Sonra onlara Ne istiyorsunuz? Problem nedir? Diye soruyor. Onlar da
İsa'nın dinini bırakıp Muhammed'e tabi olduğun ile alakalı söylentiler olduğunu
söylüyorlar ve bunu kabul etmeyeceklerini ifade ediyorlar. Necaşi' de, siz ne
söylüyorsunuz, sizin görüşünüz nedir? Diye bir soru soruyor. Etrafındakiler
“biz İsa Allah'ın oğlu olduğuna inanıyoruz" Bunu söylediklerinde, Necaşi
elini yakasının üstüne koyup yakasının altında bulunan o ibareyi kast ederek;
“en doğrusu budur, bunun üzerine bir söz söylemem" diyor. Kastı kendi
yakasında yazılı bulunanı ifade eder. Hz. İsa'nın da, aslında Allah'ın oğlu
değil Allah'ın kulu olduğu, Resulü olduğu ve Muhammed (a.s)'ın da resul
olduğunu ifade eder. Ama karşıdakiler, kendi sözlerini tasdik ettiği şeklinde
anlıyorlar. Evet, tasdik ettiğini sanıyorlar, bir nevi tevriye yapmış oluyor.
Peygamber (a.s)'a ulaştığında aleyhinde bir şey söylememesi, onun doğru
olduğunu gösteriyor, ikrar ettiğini gösteriyor ki, ikrarda sabit sünnettir.
Buna göre, değiştirecek imkanı elde edene
kadar, bu tarz bir sözü mezkur kasıtla kullanmakta bir beis yoktur.
[1] Abdulkerim Zeydan, Mufassal, c.12 s.140
[2] Mufassal, c.12 s.142
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "çerez politikasını" inceleyebilirsiniz.