Statümüzü 'Facebook'a sattık

Nazife Şişman

Statümüzü 'Facebook'a sattık

Advert

“Günümüzde her şeye öyle ya da böyle Silikon Vadisi tavassut ediyor; akıllı yataklar, akıllı arabalar, akıllı bütün şeyler… Uyanık geçirdiğimiz (belki uyurken de) her anın yakalanıp paraya dönüştürülmesi mümkün. Bu yüzden data portföylerimizi şekle şemale sokan data girişimcileri olmamız isteniyor bizden. Her şeyin ‘datalaştırılması’ (veriye dönüştürülmesi), gündelik hayatın finansallaştırılması şeklindeki daha büyük bir meselenin uzantısı. Yani gündelik hayat finansallaştıkça her şey veriye dönüşüyor.”

Evgeny Morozov

Facebook, Instagram’ı yeni satın aldığında nasıl para kazanacağı konusu çok tartışılmıştı, ama bir türlü açıklığa kavuşmadı. Bu çoğumuzun umurunda olmadı gerçi. Bizden para talep edecek değildi ya! Zenginin malı züğürdün çenesini yorar. Biz paylaşmaya devam edelim. Sen paylaşmazsan, ben paylaşmazsam nasıl içeriğe kavuşur bu Web 2.0 ortamı.

“Beni sizler yarattınız”, bir dönem sahne starlarının alkışlara teşekkür kabilinden kurduğu ve “Müşteri velinimetimizdir” esprisine karşılık gelen en klişe cümleydi. Günümüzdeyse şov dünyası o kadar genişledi ki sahne izleyiciyi de kapsıyor âdeta. Reality şovlarda, reytingin yönlendirdiği televizyon programlarında seyircinin/müşterinin bu içerik katkısını pek bariz göremiyoruz belki. Ama medyayı en geniş hâliyle, eğlence ve enformasyonu da içine alan tanımıyla ele aldığımızda, bu durumu daha açık ortaya koyan örneklerle karşılaşıyoruz. İzleyen ile izlenenin birbiri içine geçtiği bir gösteri çağındayız. Hatta sosyal paylaşım siteleri izleyici/izlenen arasındaki sınırı ortadan kaldırmakla kalmıyor, üretici/tüketici ayrımını da belirsizleştiriyor.

Milyonlarca insan kendileriyle ilgili kişisel bilgileri, görüntüleri paylaşmasa Facebook diye bir ortamdan bahsedebilir miyiz? Wikipedia’yı ve benzeri ortamları oluşturanlar, karşılıksız madde yazanlar. YouTube milyarlarca insanın kendi kameralarıyla çektikleri ve hiçbir karşılık talep etmeksizin sisteme yükledikleri videolardan oluşuyor. Bir de mesela bir gangnam dansının videosunu bir milyar kez tıklayarak/izleyerek reyting üzerinden ortama katkıda bulunanlar var.

Tabii ki teknik olarak ortamı ilk başta kuran ve bunun devamlılığı için gereken bir sermaye var. Ve bu kurucu sermaye, kullanıcılara hiçbir ücret talep etmeksizin servis imkânı sunarken, ortamı “ürün”lerle doldurmaları karşılığında da onlara herhangi bir ödemede bulunmuyor. Şimdi bu durumda klasik iktisadî terimlerle düşünecek olursak kim üretici, kim tüketici?

“Üretici”, mesela Facebook’un ya da Google’ın sahibi, belli bir yatırım yapmış olduğu halde ürününü/servisini ücretsiz tüketime sunuyor. Bu durumda ne karşılığında satmış oluyor? Kullanıcılarsa siteye hiçbir ödeme yapmaksızın enformasyon, eğlence, en çok da paylaşım ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Peki bu aldıkları hizmeti neyle ödüyorlar? Ya da tam tersine, ortama yükledikleri ve o ortama marka değeri kazandıran bilgiler karşılığında bir ödeme talep etmeleri gerekmez mi? Nihayetinde bilgi en kıymetli mal değil mi kapitalizmin bu enformasyon çağı aşamasında?

Paylaşım sitelerinin müdavimleri, “İçerik kraldır ve bu içeriği oluşturanlar da zaten sizlersiniz” denilerek avutuluyorlar. Ama böyle bir avutma olmasa da sanki alan razı, satan razı bir konum söz konusu. Mesela Abant İzzet Baysal Üniversitesi son sınıf öğrencisi Asuman’ın Facebook sayfasında bir gelinlik firmasının reklamı yer alıyor artık. Çünkü bir ay kadar önce nişanlandı ve statüsünü “nişanlı” olarak değiştirdi. Ama o ekonomi okumuş olmasına rağmen statüsü ile reklam arasında herhangi bir bağlantı kurmadığı gibi “Ay, tam da ihtiyacım olan şeyler” naifliğinde bakıyor meseleye.

Esasında dijital çağın, üretici ve tüketici kavramlarını değiştirdiğini, hatta yeni bir kapitalizm türüne geçit verdiğini bile söyleyenler var. Bu konuya ilk dikkat çeken ve üretici ile tüketiciyi bir kelimede birleştirerek prosumer (producer+consumer) diye yeni bir kavram öneren 1980’li yıllarda Alvin Toffler’di. Kavramı internet bağlamında tekrar tedavüle sokup güncelleyen ise George Ritzer.

Ritzer’i Türk okuyucu Toplumun McDonaldlaştırılması adlı kitabıyla hatırlayacaktır. (1) Üretimin ve tüketimin standartlaşmasının toplumsal yansımalarına dikkat çekiyordu bu çalışmasında. Dünyanın neresine giderseniz gidin aynı lezzette hamburger yemenin ötesinde, ekonomiden sosyal hayata, standardizasyonun sembolü olarak yer veriyordu fastfood sektörüne.

Son çalışmasında ise fastfood endüstrisinin üretim-tüketim tarzının, dijital ortamdaki yeni medyalara uyarlanıyor olduğuna dikkat çekiyor. Fastfood restoranlarda kendi servisinizi yapmanıza benzer bir şekilde, internet ortamında da ürünü ortaya koyan tüketicilerden bahsedebiliriz diyor Ritzer: Hem üretici hem tüketici, yani prosumer. (2)

İnternetin bu yeni üretici/tüketici tipi, kapitalistler için çok cazip bir kitle. Çünkü onlar olmasa zaten Web 2.0’ın siteleri işlevsiz kalır. Çünkü bu sitelerin çoğunda “iş”in kendisi “kalabalık kitle” tarafından yapılmadıkça sitenin bizatihi var olması mümkün değil. Mesela YouTube’u düşünelim: O kadar farklı ülkeden ve gündelik hayattan video yüklenmesi, klasik şirket mantığı içinde ücret karşılığı yaptırılarak gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bir uygulama.

Zygmunt Bauman, bunun “kendin yap köleliği” anlamına geldiğine işaret ediyor. “Bize söylenen, bütün bu teknolojik araçların ‘kullanıcı dostu’ olduğudur; aslında ticarî kopyalardaki bu çok sevilen cümle daha dikkatli incelendiğinde, IKEA mobilyalarında olduğu gibi, kullanıcının emeği olmadan tamamlanmayacak ürünlerin kastedildiği görülür. Bana kalırsa, kullanıcıların coşkulu bağlılığı ve kulakları sağır eden alkışları olmadan bu ürünün tamamlanmayacağını da eklemek gerekir. Etienne de la Boétie çağımızda yaşasaydı, bunun gönüllü kölelik değil, bir tür ‘kendin yap’ köleliği olduğunu söylemeden edemezdi…” (3)

Bu yeni üretici/tüketici tipi, yaptığı işten oldukça memnun görünüyor. Çünkü bilgilerini Google documents’a, fotoğraflarını Instagram’a yüklerken, Facebook üzerinden haberleşerek hem kişisel iletişimini sağlayıp hem yaptığı işle ilgili bağlantılar kurarken, YouTube’da videolar seyrederken hiçbir ücret ödemiyor. Ama esasında kişisel olarak değilse bile bu üretici/tüketiciler bir yekûn olarak bakıldığında önemli bir ödeme yapıyorlar:

Bu “bedava” hizmetleri alırken maruz kaldıkları reklamlar doğrultusunda alışveriş yaparak.

Reklamların hedefi olacak altın değerindeki kişisel bilgileri söz konusu sitelere gönüllü bir şekilde vererek.

Geleneksel medyada reklamlar kişiye özel değildir. Halbuki Web 2.0 ortamı, çeşitli algoritmalarla kişiyi özelliklerine göre bir reklam hedefi hâline getirebilecek kapasite ve teknolojiye sahip. Ne mi demek istiyorum? Mesela Facebook’taki “relationship status”a yani ilişki durumuna “nişanlı” yazdıysanız, kısa bir süre sonra düğün malzemeleriyle ilgili reklamlara maruz kalacaksınız demektir. Yukarıda bahsettiğim Asuman gibi.

Ya da benim sık sık karşılaştığım gibi, Amazon’dan bir kitap aldıysanız, bu hemen kayıtlara geçer. Ve siteye sonraki girişlerinizde, benzer kitapların reklamları yanıp sönmeye başlar ekranınızda. “Sizin ilgilendiğiniz kitaplarla ilgilenenler şunları şunları aldı”dan başlayıp, benzer kitaplarla ilgili indirim duyurularına kadar pek çok müşteri avlama metodu devreye giriverir.

Yahoo gibi daha genel sitelerde kenarda yanıp sönen reklamların bizim sitedeki faaliyetlerimizle pek ilgisi yok gibidir. Fakat bu reklamların Google’ın yapmakta olduğu gibi bizim geçmişte ziyaret ettiğimiz sitelerle bağlantılı olarak belirlenmesi, bütün paylaşım siteleri için söz konusudur. Kullanıcılar olarak farkında olma- dan ödediğimiz en büyük bedel, iş dünyasının bizimle ve tercihlerimizle ilgili oldukça ayrıntılı bilgiye sahip olmasıdır. Paylaşım sitelerine ne kadar çok içerik üretir, ne kadar çok tercih yaparsak, bu siteler de bizimle ilgili o kadar çok bilgiye sahip olur. Bu sebeple bu konuya kapitalist sistem çerçevesinde bakmamız gerekir. Facebook da, Google da, Amazon da McDonalds ve IKEA gibi kapitalist kuruluşlar. Bedava hizmet sunuyorlar diye onlara müteşekkir kalmamız gerekmez, ödediğimiz bedel çok büyük. Hem de “içeriği oluşturan sizlersiniz” diye öne sürülen “katılımcılık” avuntusuyla bertaraf edilemeyecek kadar.

Diğer taraftan YouTube ve Instagram’ın paylaşımların tıklanma oranı üzerinden reklam almaya başlamasıyla birlikte içerik sahipleri de birer girişimci gibi hareket etmeye başladılar. Mesela özel hayatını periyodik YouTube videosu olarak yayınlayan “şallı” bir genç kız, elinde tuttuğu güzellik ürününün reklamını yapıyor. Yani mahrem hayatını bir veri olarak pazarlamış oluyor. Bu konunun uç noktasına, yani herkesin özel hayatını veri olarak pazarlamaya başlayacağı bir durumun vehametine işaret ediyor Evgeny Morozov:

“Veriler vatandaşlar için para basma makinesine dönüştürülürse, işte o zaman hepimiz girişimci oluruz. Bu, gündelik hayatın en uç noktaya kadar finansallaştırılması anlamına gelir. O zaman insanlar düşünce ve duygularını, kendileriyle ilgili olgu ve olayları paraya çevirmeye kafayı takmaya başlayacak; çünkü bunlar açığa çıkarıldığında belki de serbest piyasada alıcı bulabilecektir.” (4)

George Ritzer, Toplumun McDonaldlaştırılması. Çev. Şen Süer Kaya, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1998.

George Ritzer, ‘Prosumer Capitalism’ in The Sociological Quarterly. Volume 56, Issue 3, pages 413–445, Summer 2015.

Zygmunt Bauman ve David Lyon, Akışkan Gözetim. Çev. E. Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2013, s. 36.

Evgeny Morozov, “Socialize the Data Centres!”, New Left Review. 91, January-February, 2015.

(Nazife Şişman)

Advert

Paylaş:
Advert